12 Ocak 2014 Pazar

BİR 'ALTIN NESİL' TANIDIM!

Bir ALTIN NESİL tanıdım.
Bundan tam 8 yıl evvel.
İçleri dupduruydu, dopdoluydu canlı birer nefer.

Bir ALTIN NESİL tanıdım.
Hep imrendiğim.
Yolundan gitmeye yeltendiğim.

Bir ALTIN NESİL tanıdım.
Susuzluktan kendisi ölürken kuyularda başkaları için sıra bekleyen yiğitlerim.
Fedakarlığı, hasbiliği,isâr ruhunu kendilerinde görebildiğim.

Bir ALTIN NESİL tanıdım.
Bencilliğin, egonun, gösterişin tavan yaptığı şehirlerde kendi kabuğuna çekilip sessizce ama ümitvar; hızlıca ve de âmudî yükselen velilik makamında.

Bir ALTIN NESİL tanıdım.
Asıl düşmanı içindeyken 'la havle' çekip gideceği yolda ' Hiç Durmadan ' tıpkı Ebu Talip gibi giden.

Bir ALTIN NESİL tanıdım.
Garbdan Şarka gidilmedik ülke bırakmayan.
Öyle ki hınçın, nefretin, edepsizliğin, dinsizliğin, küfrün bellerini kimseyi incitmeden kıran.

Bir ALTIN NESİL tanıdım.
Hayatlarını, hülyalarını otuz kilograma sığdırabilen ve yeri geldiğinde kadere sımsıkı sarılıp okun yaydan çıkması gibi gidenler, gidenler, belki geriye dönmeyenler; dönemeyenler.

Bir ALTIN NESİL tanıdım.
'Ütopya' denilen sahabe efendilerimizin hayatlarını tekrar yaşatan.
Ebubekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler gördüm.
Zeynül Abidinler, Bişr-i Hafiler, Musa'b bin Umeyrler, Talha bin Ubeydullahlar gördüm.
Ahmetler gördüm,
Fatihler gördüm
Nice nice Bilaller, Mustafalar, Yusuflar, Melihler gördüm.
Sonra Saidler gördüm.
Nicelerini gördüm.

Ama sadece gördüm.
Kör gözlerden daha kör olan kalbim bunları diyebildi.
Ya haddim olmadan yukarda saydığım ALTIN NESİL'den dinlesek kendilerini?
Susarlar belki tevazûdan lakin yaşayışları, hal ve tavırları hakkaniyeti gösterecek, beni biiznillah yalancı çıkarmayacak.
Sonra dönecek ben de kendime ' Ya hu iyi ki tanımışım iyi ki doğmuşum bu işin içinde! ' diyecek.
Fakat tekrar sefil, günahkâr hayatıma dönecek ve yine uzaktan parlayan bu yıldızları seyre dalacağım.

Ve yine mes'udane diyeceğim:

' Elhamdulillah'i ala kulli hal, sayende binlerce kez şükür şu ALTIN NESLİ TANIDIM! '

17 Aralık 2013 Salı

HAK YOLUN SESSİZ YOLCUSU: ZEYNÜL ABİDİN

Bir çoğumuz bilmez belki Zeynil Abidin'i.
Halbuki yaptıklarıyla öyle bir destan yazmıştır ki...
Çizdiği ve açtığı yolda kendi gibi ne yiğitler yürümüş ve koşmuştur ölene kadar.
Hala izindeler nitekim.
Cevşen'ül Kebir'in, ki zırhını çıkar bunu oku denildiği rivayet edilir Efendimiz'e, bugünlere kadar ulaşmasını sağlamıştır.
Çektiği eziyetler zaten başlı başına bir destandır. Kimse O'nun değerini anlayamamıştır. Efendimiz'in akrabası olmasına rağmen yine türlü türlü eziyetlere maruz kalmıştır bu gönül insanı.
Fakat O hep burası dayanma dünyasıdır, darılma dünyası değil diyerek yoluna devam etmiş; bu yapılanları Allah görüyorsa benim bu yaptığım (kendini üzmesi) eziyet değil midir? demiş demiş ve hayatı boyunca katlanmıştır bu türlü eziyetlere.
Gel gelelim O yaptıklarıyla o kadar sessiz ilerlemiştir ki HAK YOLUNDA. O kadar amûdi yükselmiştir ki Arş-ı Rahman'da.

Beni bu yazıyı yazmaya iten ve ilk duyduğumda tüylerimi diken diken eden hadise ise şudur:
Zeynil Abidin, Medine'de 60-70 belki de 100 küsür fukara evinin, eğer peygamber yakını diye kendisine bir şeyler gelirse, kapılarının önüne erzak bırakıyordu her gece.

Yaşadığı süre zarfında 20-30 sene boyunca her gece fakir fukaranın evine bir şeyler koyuyordu gizlice.
Bir gün halk kapılarının önünde erzak bulamadı. Ve yine sokaklardan bir çığlık, bir figan duydular. Zeynil Abidin vefat etmişti.
Ancak O ölünce kendilerine yardım edenin O olduğunu anlayabilmişlerdi.
Gassıhal, teneşirde yıkarken o mübarek insanı, sırtını çevirdiğinde iki el kadar kocaman bir nasır gördü. Anlayamadı ve Ehli Beyt'ten birine sordu. Aldığı cevap ise: Vallahi kimse bilmezdi ama gece başkalarına yük taşıya taşıya sırtı bu hale geldi.

Derler ya sözün sukut ettiği yer! Günümüzde de ben çok gördüm Zeynil Abidinleri lakin! İnşaAllah olabiliriz, o yolda can verebiliriz inşaAllah! 






15 Aralık 2013 Pazar

SABIR TAŞINI KIRMA

Konya'da Mevlana'yı ziyaret etmişsinizdir muhakkak. Sabır taşını da görmüşsünüzdür müzeyi gezerken. Ne kadar muazzam bir eser olduğunu anlamak için sadece ufak bir bakış bile yeter. Çok nadide ve harika bir işçilik var üzerinde. Kalıbında bir naiflik var haliyle. Her ne kadar zor bir işçilikle yapılsa da göze çok hoş gelsede kırılması da o kadar kötü ve kolay olur gözümüzde.
Alın size resmini de koydum. Görmeyenler için.








Mevzuyu toparlarsak bu ülkenin global manada gerçek reklamını yapan, ülkemizin hem içinde hem de global düzeyde kalkınmasını sağlayan belli oluşumlar oldu. Bu oluşumlardan birisi diğerlerinin de desteğiyle (!) egale edilmeye, minder dışına itilmeye çalışılıyor. Sabırla, acıyla, gözyaşıyla, terle, sevgiyle harman edilmiş bu oluşum şimdi gözü kavgadan başka bir şey görmemiş 3-5 saygısız, yobazın elinde heder olmayacaktır illaki!
Yani sabırla el emeği göz nuru oluşturulan bu nadide eser 3-5 yabaninin elinde kırılmayacaktır.

Her ne kadar yapılanlar komikçe olsada meselenin ciddiyet arzettiğini de hem oluşum içindeki yakınlardan hem de çevremden duyuyor ve hissediyorum. Bu durum beni üzüyor mudur orasını kalbim ve sahibi bilir.

Fakat bildiğim bir şey var bildiğim. Ellerinizle tuttuğunuz bu nadide eseri ( sabır taşını ) bir kırarsanız parçaları öyle bir batar ki en uzman doktora veya veterinere gitseniz dahi çare bulamazsınız!

vesselam...

13 Aralık 2013 Cuma

20 YIL. FARKINDA MIYIM?

Yaklaşık 5 ay sonra tam yirmimdeyim. Koca koskoca 20 yıl! Dile kolay. Hayale kolay. Gönülse kaldıramıyor bu hüznü. Ne demek yahu!? Tam 20 yıl gitmiş. ''Geçmiş o iş senden!'' derler ya. Aynen öyle işte. Bana verilen şu eşşiz benzersiz hayatın tam 20 yılı bitmiş. Elden kaymış gitmiş. Yok artık. Geriye dönüş yok. Bırak 20 yıl 1 saniye bile dönemiyorsun azizim!

Farkında mıyım?

Mesela bir daha naz çekebileceğim bir dönem yaşayamayacağım. Çocukluk mesela. Bitti artık o. Bitti yani! Anaokul, ilkokul hatıraları yok artık. Kapandı o defter. Gençliğin başları, lise hayatı. Dürüldü tüm sayfalar. 

Farkında mıyım?

Akranlarım farkında mı acaba? Bunu üstünlük için demiyorum sadece farkında mıyız acaba? Hayatın ne kadar kısa olduğunun? Su gibi aktığının ömrün? Acı da tatlı da olsa bir çekilde bitip tükeniyor bu sermaye. 

Farkında mıyız?

Ya da değer mi Allah aşkına!? Cam kırıklarına tercih edilir mi kristal elmas hükmünde şu ömür? İnsan ki her insan ayrı bir alem. Tanıdıkça insanları ufkunuz açılmıyor mu? Neden peki bu yok yere kavgalar? Niye çıkar denen bir illet var yahu! Yetmiyor mu şu küçücük dünya karınca misal bizlere? Niye hala insanlar konuşmalarıyla, giyinişleriyle, dinledikleri, izledikleriyle, sevdikleri, sevmedikleriyle, hoşlandıklarıyla, inandıkları inanmadıklarıyla, yargılanıyor hala!? Öleceğiz yakında.

Farkında mıyız?

Bence değiliz...










9 Aralık 2013 Pazartesi

YOLCU -1-

Karanlık yokuş, buz gibi hava. Belki Erzurum'un soğuğuyla yetişmişti ama ilk defa böyle bir soğuk hissetti 25 yaşında. Bilmediği bir coğrafya olduğu kesindi. Ama hiç mi hiç tereddütü yoktu ve ilerliyordu sanki hep burada yaşamışçasına.

Soğuktu karanlık sokak. Ellerinde kendi ülkesinde bulamayacağı kalınlıkta eldiveni olmasına rağmen soğuğa dayanamayan parmaklarını hohlayarak ısıtmaya çalışıyordu. Giydiği o kapkalın paltosu da ısıtmaya yetmiyordu ama idare ediyordu işte. 
Belki şimdi aklından neler geçiyordu? Korku, Hüzün, Hasret, Özlem, Kararlılık, Cesaret, Merak... Öyle bir harman olmuştu ki hissiyatı ilerliyordu kibirsizce, yiğitçe, mertçe. 
Vakurdu. Ardına bakmadan bırakıp gitmişti herşeyi.

Ülkesinin en iyi üniversitesinden, Boğaziçi'nden mezundu. İsteseydi gayet rahat hatta lüks bir hayat sürecekti. Ama O gözünü ufuklara dikti. Dimdik gidiyordu şimdi. Hiçbir şeyi düşünmeden. Korkusu sadece ' Acaba layık mıyım bu işe?' ydi.

Yaşıtlarının bir kısmının aklına yurtdışı deyince sadece ABD, Avrupa ve belki bir ihtimal Çin, Japonya gelirken kendisi şimdi Sibirya'nın en kuzeyindeydi. 
Bir tek kendisi mi? Üniversitede ki ev arkadaşı Hüseyin'de bir hafta sonra Mozambik'e gidecekti. Liseden dostu Ercan ise Türkmenistan'a yerleşmişti bile. 

Şimdi hicretin yoğun duygusunu kendisi yaşıyordu. İlk defa gönlü bu kadar huzurluydu. Her ne kadar vesvesevâri düşünceler aklını sarsada ancak aklında kalıyor kalbine, ruhuna yaklaşamıyordu bile!

Şimdi yoldaydı yiğit yolcu. Karanlık, uzun, upuzun bir yoldu bu.Hasret yakacaktı gönlünü biliyordu bunu ama yol daha ehemmiyetliydi.Girdi mi bu yola dönmeyecekti zaten!

Gitti, gitti ve en sonunda ulaştı inşaat yerinin bahçesinde ki ufacık binaya...

                                                                        -1-




DOST'A YAKARIŞ!

Huzurdan gönüllere doğru kopan fırtınalar.
Dinmeyen belki de dinemeyen en acı duygu: Hasret!
Yaksada gönlü an be an hicran dolu günler, yaşamak gerek sabırla, o iklime ulaşmanın yolu belki de.
Pek samimi olmayabilir hal, hareketler, tavırlar veya ruhumuz. Yine de arıyoruz, özlüyoruz, bazen de gönle gömüp o acı duyguyu ilerliyoruz yolumuzda. Öyle mi yapmak gerek her zaman bilemem. Ama taşsaydı o hicran ırmakları elbet taşardı...

Demek ki daha zamanı var. Demek ki daha çekilecek çoook dert var azizim çoook! Demek ki daha o kulvara girmeyi bırak, o kulvar için koşulları bile oluşturamamışız içimizde.

Var ya bir anektod, Efendimiz'i rüyasında görmek isteyen birine, alim tuz yedirtip su içirmeden uyutuyor. Rüyasında ırmaklar görüyor elbette susuzlukla yanan gönül insanı.
Demek ki daha çok susamamız lazım ki Huzur Esintilerine veyahut Fırtınalarına erişebilelim.

Heyhat ki! Galiba korktuğum başıma gelecek! Çok ürperiyorum ama birazcık umudum var kaybetmediğim.
Diyor ya isyan deryalarına açılmışım geri dönmek zooor! Aynen öyle işte. İsyan bataklığında yüzemiyorum bile.

Bunu neden hayatımın üçte biri gittiğinde anlıyorum, yada anladım bilemiyorum. Belki de şükür etmek gerek. Daha kötü durumlara bakıp ' Elhamdülillahi A'la külli hal ' demek gerek.

Bilemiyorum dost bilemiyorum. Gerçek dost Sensin ama kalkıp başkasının dostluğuna kul köle olmak isyan değil mi?

Sen daha iyi bilirsin DOST sen daha iyi bilirsin!

Belki de affedersin. Kim bilir? 
Yine mizan kurulduğunda şaşkın şaşkın yığınla sevabına bakacaklar tanımlanıyor ya. Belki de ben de öyleyimdir. Kim bilir? Ama inanır mısın Dost!? Ben sevap falan değil seni istiyorum sadece!

Bu da '' müzebzibine '' ( zıp orada zıp burada, ikiyüzlü,  münafık) sırrına ulaşmaya aday gönlümün hafif hırıltıları olsun...

4 Aralık 2013 Çarşamba

HEM KIŞIN KÂRI DEĞİL Mİ KAR?

Kış...
Ne kadar soğuk...
Adı bile ürpertiyor içimizi...

Kış...
Bir o kadar da sıcak...
Eğer yaşadıysak o klişeleşmiş sobalı hatıralarını...

Aradığımız soba mıdır bilemem ama bence aradığımız geçmişin tozlu raflarında sakladığımız çocukluğumuz...
Tabi ya.
Yoksa kombi rahatlığını şahsen tercih ederim sobaya.

Ama ya çocukluk... Belki gençliğimdeyim bu aralar ama  gençliğim içinde üzüleceğim. Hem de şimdikinden daha fazla çünkü aynı zamanda çocukluk gitti diye de üzüleceğim...

Hüzünlendim yine... Zaman mevzusunu hiç açmasam mı acaba? Bu sefer de devekuşu olmaz mıyım?
Olurum sevgili dost, olurum hem de ziyadesiyle... Neyse ayrıca bu mevzuyu daha farklı boyutlarda da ele almayı planlıyorum...

Geçelim o halde. Kar'a. :)

Kar ilk yağdığında sanki lezzetli bir tatlıdan çatalın ucuyla almışım gibi gelir bana. Pekala lezzet alırım lakin doyamam.

Tutmadığı için olabilir mi? Ve ya ne bileyim anlık bir şok veya sevinç karışımı? Bilemiyorum kıymetli dost...

Amma yağsın şöyle ikinci üçüncü sefer. İkindi vakti bir başlasın yağmaya. Alacakaranlıkla bir kez daha büyüleneyim Rabbime! Yatsı Ezanları ve camiiye yürüyen pir-i fanilerin ayakkabılarıyla yeni tutmuş taze karın ikili senfonisi biraz da olsa yankılansın hele şu gökkubbede. Sonra süregelsin o uzun kış gecelerinde yağışlar. Gece yarısının eşsiz gizemiyle bütünleşsin tüm kar taneleri.

Şaşıp kalayım bende. Diyeyim nerdeyim? Ve ya burası dünya mı? Alayım kahvemi veya çayımı oturayım pencere kenarı kanepeme. Tefekkür etmeye çalışayım ortalığı. Tadını çıkarayım dinginliğin. Bariz özlediğimi anlayayım kışı. O sessizliği, o tarif edilmez hüznü, gökyüzüne baktığımda hapishanede olduğumuzu daha da idrak etsem bile. Yaşayayım bunları.

Hem kışın kârı değil mi kar?